
Prof.Dr. Bekir Karlığa
Felsefe ve Din Bilimleri İslâm Felsefesi
tlf 0216 310
5311
1947 yılında Adıyaman Besni'de doğdu. Özel olarak ve dinî ilimler
öğrenimi gördükten sonra girdiği Kahramanmaraş İmam-Hatip Okulu'nu
1965'de bitirdi. 1972'de İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü'nden, 1977'de
İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nden mezun oldu. Fakültemizdeki
görevine, Yüksek İslâm Enstitüsü döneminde 1977 yılında Felsefe ve
Mantık asistanı olarak başladı. 1980 yılında İ.Ü. Edebiyat Fakültesi
Felsefe Bölümü'nde İslâm Kaynakları Işığında Pythogoras ve Pre-Sokratik
Filozoflar konulu teziyle doktor oldu. Yüksek İslâm Enstitüsü'nün
fakülteye dönüştürülmesinden sonra 1983'te yardımcı doçentliğe
yükseltildi ve Kelâm-Felsefe Bölümü başkanlığına atandı. 1985-86 yılları
arasında bir yıl süre ile Paris'te bilimsel araştırmalar yaptı. 1987'de
doçent, 1993'de profesör oldu. Halen fakültemizde Felsefe ve Din
Bölümleri başkanı olarak görev yapmaktadır.
Söyleşi: Çoşkun Yılmaz - Prof. Dr. Bekir
Karlığa:
On yaşında kendimi karakolda buldum
Prof. Dr. Bekir Karlığa İslam felsefesinin günümüzdeki
en yetkin isimlerinden. Üslûbu, yorumu, zarafeti, yaklaşımı itibariyle geçmişle
gelecek arasında bir bağ kurmanın çabası içerisinde. Görüntüye çıkan aristokratça
tavırlarının arkasında sıcacık bir dostluğu, samimiyeti ve paylaşımcılığı
yatmakta. Bu sohbette hayat hikâyesi etrafında hem bir dönemin kültürel
husûsiyetlerini, hem de tercüme faaliyetlerinin kültür hayatımızdaki yerini
konuşmaya çalıştık. Umarız tarihe de tanıklık yapmış oluruz.
Dünyadaki yolculuğunuz kaç yıldır devam ediyor?
50 yıllık bir yolun yolcusuyum.
Nerede doğdunuz?
Adıyaman'ın Besni ilçesinde dünyaya geldim.
Çocukluk yıllarınızdan bahseder misiniz?
8 yaşına kadar Besni ilçesinde ikamet ettim, sonra babam,
-Allah rahmet eylesin- İslamî ilimler okumak üzere beni Urfa'ya gönderdi. 8 yaşından
itibaren kendimi kitaplar arasında ve ilim hayatının içerisinde buldum. 12 yaşına
kadar medrese hayatım devam etti. Bizim zamanımızda medrese artık devletin izninden
uzaktaydı, yani devlet korkusu ile zor okunan bir dönemdi. Zaman zaman polis
kontrolünde devam ediyorduk. Benim 10 yaşında kendimi polis karakolunda bulduğum
zamanlar olmuştur
Neden?
Arapça ve İslâmî ilimler okuyoruz diye, eski yazı okuyoruz
diye. Çocuktum; hiçbir şeyin farkında değildim. Yalnız yaptığım şeyin doğru
olduğunu kabul ediyordum.
Bir profesör olarak o yıllara dönüp baktığınız zaman
neler hissediyorsunuz?
Mutluluk duyuyorum; çünkü o yıllara dönüp baktığım zaman
iki şeyi görüyorum. Bir kere, ortaçağı yaşadım. Yani elektriksiz, mum
ışığında Kur'an okumanın ,tefsir okumanın hazzını tattım ve teknolojinin henüz
ulaşamadığı bir ortamda yaşadım. Ortaçağı bütünüyle yaşadım 1960'a kadar.
Sonra bitmiş olan bir geleneği ya da bugün bulmamız mümkün olmayan bir geleneği
devam ettirdim. Bunu, benim için bugün de erişilmesi zor bir mazhariyet olarak telakki
ediyorum.
Neydi o gelenek?
Bu, yaklaşık 1000 yıldan beri devam edip gelen bir gelenekti.
Bir hocanın önüne diz çöküyorsunuz, hoca yere açılmış büyük bir kitabın
önünde çaprazlama oturuyorsunuz, o hoca icazetle kendi hocasından aldığını
senedleriyle size aktarıyor. Siz, onun doğruluğundan kesin olarak eminsiniz, aksini düşünmeye
bile gerek duymuyorsunuz. O da hocasından öyle almış, o da hocasından, ta ilk
kaynağa kadar uzanan bir doğrular halkası. Bu doğrulardan kuşku duyduğunuz anda
zincirin halkalarından Birisi kopuveriyor hemen. Gelenek işte bu.
Medreseden oniki yaşında ayrıldığınızı söylediniz,
sonra ne yaptınız?
Maraş İmam Hatip Okulu'na girdim. Bu kez de yeni bir yönelimin
peşinden koşmaya başladım.
İmam-Hatip'e gidiş sebebiniz neydi?
Çünkü gördüğüm eğitimin bazı boşlukları bulunduğunu
hissettim. Mesela Ben Urfa'da Molla Camii okuyordum. Aynı zamanda tefsir okuyordum. Bir gün
bir ilkokul öğrencisi geldi, bana Bedir Harbi'ni sordu. Bedir Harbi'ni ben bütün
detayları ile anlattım ona. Çocuk, "Tamam" dedi, "peki, ne zaman olmuştur?"
Peygamberimizin hicretinden sonra oldu, dedim. "Hangi tarihte?" dedi. Ben buna
bir cevap veremedim. Çünkü bende tarih nosyonu yoktu. Zamanın nerede başladığını,
nerede bittiğini bilmiyordum. Sadece olayları bütünü ile biliyordum; ama bunu
detaylandıramıyordum. O zaman bir eksikliğim olduğunu hissettim. Tabii eksik
tarafımızın da doldurulması gerektiğini düşündüm babamın muhalefetine rağmen.
Babamın (Allah rahmet eylesin) eski ilimlere sevgisi, sempatisi vardı, biraz da bilgisi
vardı, benim İmam-Hatip okuluna gitmeme razı olmadı. "Bu mekteplerde Ulûm-i
Arabiyye okunmuyor, yeni yazı kitaplar okunuyormuş oradan alim yetişmez. Alim dediğin
elinde icazeti olur. Ben, aç kalmanı fakat icazetli bir molla olmanı istiyorum"
dedi. Fakat ben ısrar ettim, gitmek istediğimi ifade edince kerhen razı oldu ama 6 ay
benimle hiç ilgilenmedi. Başkalarının desteğiyle öğrenimimi sürdürdüm.
O, özellikle medrese döneminize ait bazı hatıralarınızı
anlatır mısınız?
Sekiz yaşında daha oyun oynamaya başlamış bir çocuk,
Emsile, Bina okumaya ve yirmi dört sîgayı çekmeye başladığı zaman onun
hatıraları bu tür şeyler olur. Bunlardan hiçbirini diğerine tercih edemem. Bunlar içerisinde
ani karşılaşmalar daima beni etkilemiştir.
Bir-iki tanesini anlatabilir misiniz?
Bir yaz günü Maraş'ın Elbistan ilçesine bağlı İçmeler
Köyü'nde vaaz ediyordum. Daha yeni İmam Hatip Okulu'na başlamıştım. Orada bir müftü
vardı. Arapça'yı da son merhaleye kadar okumuş, bitirmişti; ama vaaz edemiyordu
adamcağız, Türkçe'yi bilmediği için. Benim vaazlarımı da dinliyordu zaman zaman.
Halis niyetli bir hocaefendi idi. Beni teşvik ederek yanındaki arkadaşlarına şöyle
dedi: "Bu çocuk lehviyat pavlükesini (ilahiyat fakültesini) bitirecek ve oraya
hoca olacak." Türkçe'yi de doğru telaffuz edemiyordu.
Bir müftü efendiyi ziyaret ettim, bana hayatımı sordu. İşte
"Şunu okudum, bunu okudum" dedim. Müftü efendi bana dedi ki, "Evladım
zamanı daraltma ve şöhretten kaçın; şöhret afettir." Gerçekten o benim kulağımda
hep küpe olmuştur. Zamansız hiçbir şeye yönelmemeye gayret etmişimdir. Belki beni
tanıyan arkadaşlarım bilirler, şöhret benim en hoşlanmadığım şeylerden
birisidir.
İmam-Hatip'ten kaç yılında mezun olmuştunuz?
1968'de. Altı yılda bitirdim. O zaman böyle bir imkan vardı.
Sonra İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü'nü kazandım. Yüksek İslam Enstitüsü'nde
okurken bir yandan da Diyanet'te görev aldım. Üsküdar vaizliği yaptım.
Kaç yıl sürdü Üsküdar vaizliği?
Dokuz yılı aşkın bir süre vaizlik yaptım.
Yüksek İslam Enstitüsü'nde okurken hocalarınız kimlerdi?
Merhum Hocam Mahir İz ve musiki hocamız mesnevîhân Halil Can
bunlar arasındaydı. Ahmet Davutoğlu, Ali Nihat Tarlan hocamız olmuştur. Bugünkü
İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Muhammed Eroğlu, Bekir Topaloğlu, Nuri
Ünlü de bize hocalık yapmıştır.
Hocalarınızla ilişkilerinizi hatırladığınızda, öğrencilerinizle
ilişkileriniz arasında nasıl bir mukayese yapıyorsunuz?
Bir hocanın öğrenciden neler beklemesi gerektiğini, dünkü
hocanın beklediğinin aynısını bekleyebilir, bekleyemez... Bunun tartışılması
lazım. Ama şunu söyleyeyim, biz hocayı, baba gören bir kültürün temsilcileriyiz.
Dün, hocalarımız, bizden de fedakârdılar. Hatta ben bir örnek vereyim. Urfa'da
talebeyken, hocam benim hem yiyeceğimi, hem içeceğimi, hem de yatacak yerimi
ayarlardı, aynı zamanda bana ders verirdi. O zaman bugünkü gibi cemiyetler yoktu,
okullar yoktu, dernekler yoktu. Dolayısıyla hoca kendisinden beklenen her türlü
fedakârlığı hatddinden fazlasıyla gösterirdi. Şimdi aynı fedakârlığı benim gösterdiğimi
söylemem, mümkün değil. Bugün artık cemaatler oluştu, cemiyetler oluştu, gençlerle
ilgileniyorlar. Belki de, bunun için biz o noktalara eğilemedik.
Öğrencileriniz herhangi bir sıkıntıları olduğu zaman,
"Biz oturur Bekir Hoca'yla konuşuruz" diyecek bir sıcaklığı bulabiliyorlar
mı?
Bu biraz da kişisel ilişki tarzı ile alakalı. Kapım herkese
açıktır. Kimin bir problemi varsa, yapabileceğim, çözebileceğim durumdaysam mutlaka
çözmeye uğraşırım. Şu var ki çalışmalarım icabı öğrenci ile çok yakın
ilişki içinde olduğumu söyleyemem. Çünkü belirli çalışmalara yönelmiş olduğum
için onlar zamanımın büyük bir bölümünü alıyor.
Yüksek İslam Enstitüsü'nden mezun olduktan sonra neler
yaptınız?
Biz Yüksek İslam Enstitüsü'nde okurken, Milli Eğitim
Bakanlığı'na bağlı olduğumuz için akademik çalışma imkanımız yoktu. Ayrıca
benim, son sınıftayken başka bir eğilimim oldu. İmam Gazali'nin Tehâfüt el-
Felâsife'sini yani Filozofların Tutarsızlığı kitabını tercüme etmek istedim. Bu
kitabın bir kısmını tercüme ettim. Kitabı tercüme ederken bir sıkıntı hissettim.
Gazali'nin anlattığı konuları bilmiyordum; zorlanıyordum, anlayamıyordum. Aldığım
eğitimin benim için kâfi olmadığını gördüm. O kitaptan mülhem olarak bir felsefe
eğitimi görmemin gerektiğini düşündüm ve felsefe eğitimi görmedikçe de İslâm'ın
modern düşünceye katkılarını anlayamayacağımı farkettim. Pevtevniyal Lisesi'nde
fark derslerini vererek lise diploması aldım; üniversiteler arası imtihana girdim.
Felsefe bölümünü kazandım ki, zaten tek seçtiğim bölüm orasıydı. Felsefe
eğitimi gördüm. Böylece ikinci bir fakülteyi bitirdim. Sonra aynı fakültede doktora
yapmaya başladım.
Tez konunuz?
"İslâm Kaynakları Işığında Pyhtagoras ve Presokratik
Filozoflar" isimli bir tezdi. Felsefenin veya daha doğru bir deyişle Grek
Felsefesi'nin başlangıç döneminden bir dönemi, ilk felsefi kıpırdanmaların
başladığı dönemi İslâmî kaynaklar ışığında incelemeye çalıştım.
Batılılar kendi kaynakları ışığında felsefenin başlangıç dönemini
inceliyorlardı ama İslâm kaynakları ışığında incelenmemişti. Ben bu konuda çalışma
yaptım ve müslümanların felsefenin başlangıç dönemini nasıl kavradıklarını
yakından kavramaya çalıştım. Batı'da yok olmuş birçok eserin İslam kaynaklarında
mevcut olduğunu gördüm ve bunları çalışmalarımda tesbit ettim ve belirledim.
Batı'nın rönesansında ve gelişiminde de bu bilgilerin
belirleyici olduğunu söyleyebilir miyiz?
Tabii, Hellenistik dönemde Grekçe'den Süryanice'ye aktarılan
antik bilim ve düşünce 8. yüzyıldan, (miladi 705 yılından) itibaren Süryanice'den
Arapça'ya tercüme edildi. 11. yüzyılın başından itibaren de Arapça'dan Latince'ye
tercüme edildi. Bu tercüme süresinin Batı'da üç yüz yılı bulduğunu görüyoruz.
Yani 1360 senelerine gelindiğinde artık İslâm düşüncesinin doğrudan doğruya dinî
olmayan eserlerinin büyük bir bölümü Arapça'dan Latince'ye tercüme edildi. Aşağı
yukarı kırkın üzerinde mütercim Arapça'dan Latince'ye tercüme yapmıştır.
Altmışın üzerinde mütercim Arapça'dan İbranice'ye tercüme yapmıştır. Keza,
Roman dilleri dediğimiz dillere de tercüme yapılmıştır. Türkçe'ye şu anda bile
henüz tercüme edilmemiş birçok eser o devirde Latince'ye tercüme edilmiştir.
Latinler için, diğer bir deyişle Ortaçağ Avrupa milletleri için, bunlara Franklar da
dahil; bugünkü Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya, İspanya bölgelerinde yaşayan
milletler için İslam medeniyeti erişilmez bir zirve olarak kabul ediliyor idi. Hatta
bazı düşünürler Avrupalılar'ın adam olmadıklarını, çünkü bilimde
kabiliyetlerinin bulunmadığını, kabiliyetin Müslümanlar'da olduğunu ve Müslümanlar'ın
ilim alanında pek çok eser verdiklerini ifade ediyorlardı.
Üniversiteye intisabınız nasıl oldu?
Doktora yaparken İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü'ne asistan
olarak girdim.
Kaç yılında?
1977'de girdim. 80'de doktoramı verdim. Ondan sonra İslâm
Enstitüsü'nde öğretim üyesi olarak kaldım. Sonra bu kurumlar fakülteye dönüştürüldü.
93'te profesör oldum. Şu anda da Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde Felsefe
ve Din Bilimleri Bölümü Başkanı ve İslâm Felsefesi Anabilim Dalı öğretim üyesi
olarak çalışmalarım sürürüyor.
Evlilik ne zaman gerçekleşti?
1974 yılında evlendim.
Musiki ile aranız nasıl?
Musikiyi çok severim ama icra edemem. Hayatımın bir parçasıdır
musiki. Musiki dinleyerek ders çalışırım, musiki dinleyerek uyurum ve musiki
dinleyerek yazı yazdığım, tercüme yaptığım zamanlar olmuştur.
En çok hangi türü seversiniz?
Klasik Türk Musikisi fazlasıyla etkiler beni. Senelerce musiki
konserlerine devam ettim. Yahya Kemal'in de ifade ettiği gibi "Bizim musikimiz
medeniyetimizin özetidir". Yani Osmanlı Medeniyeti, Türk Musikisi ile beraber
zirveyi temsil ediyor. Gerçekten yüce bir medeniyet. İlahileri, klasik eserleri söylendiği
zaman dinlerim, ertesi gün aklımda kalmaz.
Yoğun bir tercüme dönemi geçirdiniz. Bekir Karlığa'nın
tercüme dönemi diyebileceğimiz bir dönemi var diyebilir miyiz?
Beni tercüme yapmaya sevkeden amil üzerinde de durayım.
60'lardan sonra Türkiye'de büyük bir kültürel gelişme oldu; dini düşüncede arayışlar
belirdi ve hepimiz de genç olarak bu arayışların içerisine girdik. Ben ne tercüme
etmişsem kendim ihtiyaç duyduğum için ettim. Yani şunu da öğreneyim dediğim
şeyler için tercüme yaptım. Yaklaşık otuz civarında tercümem oldu. Bunların içerisinde
3 ciltliği var, 5 ciltliği var, iki tane de 16 ciltliği var. Fizılal-il Kur'an başta
olmak üzere, İbn-i Kesir Tefsiri'ni Sayın Bedrettin Çetiner'le beraber tercüme ettik.
Bunun dışında Gazali'nin Filozofların Tutarsızlığı adlı eserini ve bir takım
ahlaki risalelerini tercüme ettim. Seyyid Kutub, Abdülkadir Udeh, Muhammed Ebu Zehra ve
Muhammed Kutub'tan tercümelerim de oldu. On bir yıldır tercümeyi bıraktım.
Neden?
O günlerde ihtiyaç vardı, tercümeler yapılması gerekiyordu.
Kitapları da seçerken bizim ve toplumun ihtiyacını gözönüne alarak seçtim. Bazılarını
kendi ismimle, bazılarını müstear ismimle neşrettim. Sonra her şeyin bir vakti
olduğunu, zamanı gelince kesilmesi gerektiğini düşündüm.
Tercümelerinizde Mısırlı müelliflerin eserlerinin önemli
bir yeri var. Bunun nedeni nedir?
Çünkü, bizim '60, '70 nesli için; İslam düşüncesi, İslamî
ilimler, İslam'ın çağdaş yaklaşımları konusunda bu insanların eserleri
önemliydi. Bunu bir ihtiyaç olarak görüyordum.
Bugün de Türkiye yoğun bir tercüme faaliyeti içerisinde.
Adeta yerli üretim durmuş gibi bir görüntü arzediyor. Sizce bu, yerli düşüncenin
gelişimi ile kültür ve medeniyete katkı sağlanması açısından olumsuz bir durum
değil mi, ithal fikirlerle yerli düşünce nasıl gelişir?
Şüphesiz ki bir dezavantaj. Yalnız tarihî süreci de
unutmamamız lazım. 1960'dan itibaren başlayan dönem içerisinde yani Türkiye'deki
yeni İslamî dönemde, İslamî anlayış içerisinde yazılan kitapların yüzde doksanı
tercüme idi, o günkü basılan kitaplara oranla. Ama bugün yüzde altmışlara, belki yüzde
ellilere düşmüştür. Gönül ister ki hepsi telif olsun. Ama telif olması için
tercüme merhalesinin aşılması lazım. Kültürler daima tercümeler üzerine dayanır
yukarıda belirttiğimiz gibi. Müslümanlar 8. yüzyılın başından 10. yüzyılın
başına kadar bütün antik eserleri tercüme etmişlerdir. Yine İslam dünyasının ve
buna bağlı olarak Antik dünyanın bütün eserlerini tercüme etmişlerdir. Biz tercümede
çok geç kalan bir milletiz ve bu bizim için üzüntü vericidir. Zannediyorum
tercümelerin bu kadar yoğun ve hızlı olması da uzun mesafeyi kısa zamanda kapatma
amacına yöneliktir. Ben bundan sıkıntı duymuyorum, hatta ümitvârım.
İslam Medeniyeti'nin, tercüme dönemini tamamladıktan sonra
gerileme dönemine girdiği, Batı dünyasının da çevirileri tamamladığı oranda
ilerleme sürecine girdiği şeklinde bir kanaat var. Sizce bu yanlış bir tesbit mi?
Bu değerlendirme bana göre doğru değil. İslâm dünyası
tercümelerle birlikte hızlı entellektüelleşme süreci yaşamış ve bundan sonra İslâm
ilim ve düşüncesinin şaheserleri ortaya çıkmıştır. Tercümelerle beraber geçmiş
fikirler aktarılır. Ondan sonra özgün kültür oluşur. Eğer bu özgün kültür,
güçlü ise uzun süre devam eder. Güçsüzse kısa zamanda kaybolur. Yani tercüme
olmadan özgün eserler meydana gelmez. Mutlaka tercüme aşamasından geçilmesi
gerekir.
Batı'dan ve Doğu'dan çok sayıda eser dilimize çevrilmiş
durumda. Ama Türkiye'de telif edilen eserlerin Batı ya da Doğu dillerine tercümesi
konusunda aynı yoğunluk sözkonusu değil. Bunun sebebi nedir?
Şunu kabul etmemiz lazım. Biz bir kültür bunalımı yaşadık
toplum olarak. Bu, Tanzimat'tan bu yana devam eden bir bunalımdır. Geleneğimizle olan
bağlarımızın hepsini kopardık. Geleneğe dayanmadan yani geçmişe dayanmadan özgün
ve yeni eserler üretmek mümkün değildir. Tarihimize dayanmadan yeni bir eser meydana
getiremeyiz. Onun için 60'lardan sonra yavaş yavaş özgün eserler verilmeye başlandı.
1960'dan önce verilen özgün eserler de aslında Osmanlı döneminin kalıntılarının
devamı niteliğindedir. Şimdi biz yeni bir yaklaşıma koşuyoruz. Bu bazılarının
zannettiği gibi sadece Batı düşüncesi alanında değil; İslamî düşünce alanında
da Türkiye çok ufuk açıcı gelişmelere gebe. Dolayısı ile bu merhaleyi aştıktan
sonra özgün eserler gelecektir. Tercümeler bizim için bir kaynak ve itici güçtür.
Bunlardan hareketle, kısa zaman sonra çok özgün eserlerin geleceğini düşünüyorum;
ümitliyim.
Günümüzde İslam medeniyeti açısından önemli eserlerin
dipnotlarına ve çevirilere baktığımız zaman, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde
kaleme alınan İslam kültür ve medeniyetinin gelişimi açısından son derece önemli
eserlerden, gerek İslamî ilimlerde olsun gerek edebi ve diğer sahalarda olsun,
yeterince istifade edilmediğini görüyoruz. Sizce İslam düşüncesinin ve
medeniyetinin gelişimi açısından Osmanlı kültür ve medeniyetinin ürünlerinin
İslam dünyasında dikkate alınmamasının doğurduğu bir boşluk söz konusu değil
mi?
Dikkat etmemiz gerekir ki 19. yüzyılın başına kadar böyle
bir şeyden bahsedemiyoruz yani İslam dünyasındaki bütün bilginler, araştırmacılar
Osmanlı kültüründen istifade ediyorlar. O gün Arapça yazıyordu herkes eserini. Ne
yazık ki 19. yüzyıldan sonrası için karanlık bir vadide yüzüyoruz. Çünkü biz,
Türkler olarak, Osmanlı dönemini reddettik, hiç ilgilenmedik. Osmanlı düşmanı olan
yabancılar zaten Osmanlı'yı yıkmak için bunu yaptılar. Diğerlerinden de bazıları
ilgilendi, bazıları ilgilenmedi. Binaenaleyh Osmanlı, medeniyeti ile, kültürü ile,
tarihi ile gadre uğramış bir medeniyettir. O kadar gadre uğramıştır ki bütün düşünce
tarihçilerine baktığımız zaman, İbn Rüşd ile İslam dünyasında düşüncenin
bittiğini savunurlar. Yani miladi 1196 yıllarında bu işin bittiğini söylerler.
Doğru mu?
Çok yanlış ve ben bunu her ortamda savundum. Muhammed Arkun
ile bundan üç sene önce Fransız Konsolosluğu'nda yapılan konuşmada ortaya koydum.
Osmanlı'da düşünce yoktur diyenlere karşı da aynı şeyi yaptım. Osmanlı dönemi
düşüncesi incelenmediği için, ihmal edildiği için yok zannedilmektedir.
İncelendiği zaman, ki biz bunları doktora, yüksek lisans bazında inceletmeye çalışıyoruz,
burada çok önemli, değerli unsurların bulunduğunu görüyoruz.
Bu çalışmaları geçmişten geleceğe uzanan bir ümit aşısı
olarak değerlendirebilir miyiz?
Şurası da bir vakıa ki bugün biz eski kültürümüze dönüş
hareketini yaşıyoruz; yeniden kaynağa döneceğiz, kaynaktan istifade edeceğiz ve
geleceğe adımımızı atacağız. Kaynağa dönmeden geleceğe yönelik hiç bir çalışma
yapamayız. Onun için Cumhuriyet aydını veyahut son dönem aydınlarımız bunu hep
Batı'da aradılar. Halbuki kendi değerlerinden, kendi kültüründen yoksun bir topluluk
başka toplumlara hiçbir şey veremez ve ilgi toplayamaz. Bu bakımdan Batı için yapacağımız
her şey değersizdir. Kendimiz için yapacağımız her şey, hem Batı için değerlidir
hem kendimiz için değerlidir. Bunun da örneklerini görüyoruz. İslam düşüncesi
alanında yapılan çalışmalar ile Batılılar'ın karşısına çıktığımız zaman
son derece ilgi topluyoruz ve bizim uluslararası alana çıkış kapımız da
burasıdır.
Tercüme eserlerinizden hareketle çevirilerin kültürel
mahiyeti üzerinde de değerlendirmelerinizi paylaşma fırsatı bulduk. İsterseniz telif
eserlerinize gelelim.
Benim kendi kendime aldığım bir karar vardı: Kırk yaşına
kadar telif eser vermemeye çalıştım.
Kırk yaşını seçişinizin sebebi nedir?
İnsanın olgunluk döneminin yani fikrî olgunluğun, aklî
olgunluğun bir merhalesi olduğunu düşündüğüm için mümkün mertebe 40 yaşından
önce telif eser vermekten kaçındım. Zaten tercüme eserler, benim söylemek istediğimin
daha âlâsını söylüyorlardı. Böylece o fikirleri tarama imkanı buldum. Ondan
sonra, teliflerimle ilgilendim. Şu anda çalışmalarım daha çok İslâm düşüncesi
üzerinde yoğunlaşmış bulunuyor. Yakında dört kitabım çıkacak. Çalışmalarım;
kronolojik olarak İslâm düşüncesinin oluşumu, klasik İslâm düşüncesi, Osmanlı
dönemi Türk-İslâm düşüncesi ve modern İslâm düşüncesi olmak üzere yaklaşık
4 ayrı periyod halinde devam etmektedir. Modern ya da çağdaş İslâm düşüncesi bağlamında
özellikle Karlofça Anlaşması'ndan günümüze kadar olan dönemi, İslam dünyasının
batılılaşmasını, Batı probleminini, ilmî zihniyet, ulemanın Batı'ya bakışı,
Batılı aydınların İslam'a bakışı gibi konuları içermektedir. Bu arada özgün
İslam düşüncesi dediğimiz yani Kur'an ve Sünnet'e dayalı, Kur'an ve Sünnet'i
ölçü alan ve o çerçevede yürütülen İslam düşüncesinin bugün hem toplumumuza
hem de insanlık camiasına neler vaad edebildiğini değerlendirmeyi amaçladığım çalışmalarım
var. Önümüzdeki günlerde inşallah İslam Düşüncesi Üzerine Araştırmalar diye
bir kitabım çıkacak. İslam düşüncesinin Batı düşüncesine tesirleri konusu
üzerinde yaklaşık on yıldır çalışıyorum. Doğrudan birinci el kaynaklara
başvurduğum bu çalışmam iki cild halinde yayımlanacak. Bu arada bazı İslam düşünürlerinin
üzerine monografi çalışmalarım var. İmam Gazali üzerine, İbn Sina üzerine,
Tunuslu Hayrettin Paşa üzerine. Çağdaş İslam düşünürleri serisi içerisinde
Ahmet Cevdet Paşa, Muhammed İkbal, Mehmet Akif, Seyyid Kutub, Mevdudi ve benzerleri...
Bunlar hangi aşamadalar?
Malzemeleri tamam. Zaten ilk dördü yakında çıkacak.
Bekir Karlığa'nın 50 yıllık ömrünü iki üç cümle ile
özetlemesini istemiş olsaydık bir İslam felsefecisi olarak bunu nasıl ifade
ederdiniz.
Arayışlar içerisinde olan bir insan. Ömrü, böyle geldi
böyle gidecek; son nefesime kadar kendimi bir öğrenci olarak tanımlıyorum.
Neyi arıyor?
Bütün insanlığın ezelden beri peşinden koştuğu mutlak
hakikati, İslâm gerçeğini en özgün biçimde anlayıp insanlığa en uygun biçimde
sunmanın yollarını.
"Tarih bilinmeden hiç birşey bilinemez"
Bir profesör olarak, bir eğitimci olarak tarih bilmezliği,
bir talihsizlik olarak nitelendirebilir misiniz?
Talihsizlik olarak değil de, büyük eksiklik olarak görürüm,
çünkü tarih şuurundan mahrum olan toplumlar hiçbir şey yapamazlar. Böyle bir toplum
ya da böyle bir şuurdan yoksun olan fertlerin de ideal örnekler olabilme imkanları
yoktur. Tarih bizim için çok önemlidir. Çünkü tarihin seyri aynı zamanda dünde
kalan bir olay değildir; bugünümüzü de etkilemektedir ve bugünümüz için de çok
önemlidir. Bu bakımdan tarih bilinci şarttır. Hele 20. yüzyıl müslümanı için
tarih bilinmeden hiçbir şey bilinemez diye düşünüyorum. Sadece din değil, felsefe
değil, kültür değil, düşünce değil; hiçbir şey bilinemez.
"Ne gelenekçiyim ne de modernist"
Modernizme karşı ya da gelenekçi olduğunuz söylenebilir
mi?
Benim modernizme bakışım da farklı, geleneğe bakışım da
farklı. Bu konuda farklı değerlendirmeler yaptığımı sanıyorum.
Kendinizi ana yapısı ile geleneğin temsilcisi addediyor
musunuz? Yoksa modernizme mi daha yatkınsınız?
Ben her ikisine de karşıyım; modern olmaya da karşıyım,
gelenekçi olmaya da karşıyım. Çünkü bizim için senteze ihtiyaç var. Geleneği de
korumamız lazım, moderniteden de bazı şeyleri almamız lazım.
Bu ikisinin sentezini yapmak mümkün mü?
Bana göre mümkün. Ben bu yolda kendim için Muhammed İkbal
gibi, Mehmed Akif gibi insanları model alıyorum.5 |