Kaybolan kente ağıt
Altı bin yıllık tarihi Besni kenti başka bir yere taşınınca binlerce eski
yapının taşları sökülüp götürülmüş. 40 yıl önce bu dağda 20 binden fazla insanın
yaşadığına inanmak olanaksız
Celal BAŞLANGIÇ
İnsana dair neredeyse tek bir iz kalmamıştı. Dört bir yan dağ, dere ve tepeydi.
Hasan Emre, elinde tuttuğu eski kent haritasına bakarak "Şurada yedi tabakhane
vardı. Mahalleler bu taraftaydı. Köşker Çarşısı yürüdüğümüz toprak yolun
üzerindeydi. Sadece mancınıkları kalan kaleyle tek bir minarenin durduğu yer
Ermenilerin yaşadığı Gavur Mahallesi'ydi" diye anlatıyordu.
Mehmet Şahin yolun kenarındaki bir çukuru gösterdi: "Burası da Ulucami'ydi."
Adıyaman'ın Besni ilçesinin eski merkezinde geçmişin izlerini kovalıyorduk. Bu
dağda bir zamanlar 20 bin insanın yaşadığı bir kent, 11 cami, üç hamam, iki
kervansaray, günde dört bin ayakkabı üreten 'Köşker' imalathanelerinin, yüzlerce
dükkânlı çarşının olduğuna inanmak olanaksızdı.
Hasan Emre , "Bir Besni vardı" diye başlıyordu Nuri Dayıoğlu'nun şiirine:
"Şerbetçiler güneşe şerbet satardı sanki/Körüklenen sıcaklarda/Köşker pazarında
yalınayak/Bir uyuşukluk içerdik, anlaması öylesine gü/Kösele, meşin kokusu
yudumlayarak."
1950 ile 1960 arasında koskoca bir ilçe merkezi taş taş sökülüp götürülmüştü.
Antik kentler bile binlerce yıldan günümüze varabilmişlerdi ama, neredeyse altı
bin yıllık yerleşim merkezi 40 yıl önce tümüyle yok olmuştu. Evlerden, çarşıdan,
tabakhanelerden hiç iz kalmamıştı.
"Bir Besni vardİ/Dokuma ölçerdi metreler/Dokuma keserdi makaslar/Alman savaşını
tartışarak"
Yeni Besni'de briket barakalara sığınmıştı Besni'nin dokumacıları. Çoğunun
tezgâhları hâlâ 'Alman savaşının tartışıldığı' yıllardan kalmaydı. Dokumacılık
Mehmet Aygül'ün baba mesleğiydi. Şimdilerde 'savan' denilen halı örtüsü dokuyor
"Ancak" diyor, "Artık bu işte para kalmadı."
Ramazan Oğul çarşıdaki dokumacıların 'piri'. Onun da baba mesleği dokumacılık.
Altı nüfusa tek bir tezgâhla bakıyor. Günde 16 saat çalışan ancak ayda 125
milyon kazanabiliyor. Çevresindeki dokumacılar işi öğrensin diye çocuklarını
getiriyor, Ramazan Oğul da hepsini kovuyormuş:
"Bu sanatı çocuklara öğretmek günah. Vebal altında kalır insan."
Geçmişten bugüne varamayan 'Bir Besni vardı'; "Sevişirdi ikindi gölgeleri asmalı
yamaçlarda/Sonsuzluk şarabını sunar gibiydi/Çocuk resimlerine konu
çiçekler/Onlar ki bir başka severdi/Ağaçları, çiçekleri/Değerdi çığlıkları ışığı
avuçlamıß/Çördük otlu tepelere/Ve çocuk süpürürdü sultani söğütler/Turuncu
gölgelere.../Yine de mutluydu bu kentin insanlarİ/Mekik şakırtıları Besni
dokurdu tezgâhlarda/Anadolu'da Besni satardı eller"
Pamuk pahalı geldiği için tezgâhlarında akrilik, naylon, polyester dokuyordu
dokumacılar. Biraz ötelerindeki 'beyaz altın' tarlalarında açlıklarını bastırmak
için çoluk çocuk, kadın erkek avuç avuç pamuk topluyordu ırgatlar. Sıcağı,
yağmuru 'bir çadır sefilliği'nde yaşıyorlardı. Hacı'nın ailesi 12 yıl önce
Şanlıurfa'dan Gaziantep'e göçmüştü. Üç milyonu anca buluyor ortalama
gündelikleri. Çalıştıkları sürece karınlarını doyurabiliyorlar ancak. Kışa para
bile kalmıyor. "Kışın acımızdan ölüyoruz" diyor.
"Bir Besni vardİ/Kara sinekler iner kalkardı acımasızca/İlkel toplumlara örnek
öyle ki/Ölüm dansını ilk kez onlarda gördük/Toprakla oynaşan çocuklara karşı."
Altı yaşında gazocağı tamircisiymiş Ali Sulu. 10 yaşında Ermeni bir bakırcı
ustasının yanında çırak. Bu topraklardan acılı bir göç yaşamış Ermeniler.
Kalanları Müslüman olmuş, ya da öyle görünmüş. Hiç
okul yüzü görmemiş Ali. Okumayı dostlarından, yazmayı yaşamdan öğrenmiş.
Yayımlanmış bir şiir kitabı var. Hiç gitmediği Mardin'de, yüzünü hiç görmediği
Süryani kızlarına şiirler yazıyor "Çıplak bakışlıydı" diye. Marks'tan,
Engels'ten, Çehov'dan, Dostoyevski'den konuşuyordu. Ne bereketliydi bu
topraklar. Akatlardan, Hititlerden, Hurrilerden, Kommanage-
lerden, Romalılardan, Bizanslılardan, Selçuklulardan, Osmanlılardan damla dam-
la kültür, sanat, yaşam, tarih biriktirmiş-
ti. İşte o eski Besni'den bugüne taş taş
üzerinde kalmamıştı. Neden?
Besni'nin
ağaları ve beyleri vardı, Osmanlı'nın
'Atının yorulduğu yere kadar gidebildiğin yer senin' diye toprak dağıttığı. Bir
rant kavgası başlamıştı aralarında. 50'li yıllarda rant kavgasını kazanan ağalar
ve beyler kendi topraklarının olduğu yere taşıttılar Besni'yi. Z. Abidin Mutlu
'Besni' adlı kitabında hesap soruyor:
"Eski Besni'nin kalesi, hanları, hamamları, camileri, neden korumaya alınmadı?
Siz bu halka ne yapmışsınız aziz aydınlar, memleketin eşraf insanları, kalbür
üstüler, ağalar beyler. Aşağı şehri yukarı şehre taşıyacağız, dediniz, bu
insanları göçe zorladınız. Şimdiki yerleşim yerinin heyelan bölgesi olduğunu
bilmiyor muydunuz? Elbette biliyordunuz. Yukarı şehirdeki arazilerinizin para
etmesi için, kıymete binmesi için şehrin kurulacak yerini de siz tespit ettiniz
değil mi?"
Şimdi köklerini arayan Besnililer, eski kentin son tanıklıklarını, geriye kalan
görüntü kırıntılarını çoğaltmaya, çocuklarına "İşte burada doğmuştum"
diyebilecekleri bir geçmişi yeniden üretmeye çabalıyorlar.
Eski Besni bir hüzün anıtı olarak; o yaratan, üreten insan elinin bazen nasıl da
bir hoyratlığa varabileceğinin kanıtı olarak duruyordu sessiz ve kimsesiz. Hasan
Emre, bu dünyadan çoktan göçüp gitmiş Nuri Dayıoğlu'nun 'Bir Besni Vardı'sındaki
son dizeleri okumaya başlamıştı çoktan:
"Çatılar daha mı kırmızıydİ/Duvarlar daha mı aktı yeni şehirde/Işıklar daha mı
çarpıcıydı bilemiyorum.../Bir Besni vardı... Birçoğunuz bilemezsiniz belki/Ta
orada kaldı..."
http://www.radikal.com.tr/2000/09/30/yasam/kay.shtml